Sinopale‘yi ortaya çıkartan soru, İstanbul Bienali gibi merkezde düzenlenen kültürel organizasyonlar dışında, ufak bir kentin sınırlı olanaklarıyla, uluslararası bir sanatçı katılımını sağlayabilecek bir bienalin Türkiye’de başarılı olup olamayacağıydı. Merkez-çevre kopukluğunun tam da yumuşak karnını deşen bu soru, Türkiye’de çok uzun süredir tartışılan, yüksek kültür üretimlerinin çevreye ne kadar ulaşabildiği ve bu anlamda bienalin kendisinin, çevre halkı için bir şey ifade edip etmeyeceğiydi.
Bienalin ikinci can alıcı noktası ise bu bienalin, Türkiye’de çok sancılı geçen demokrasi ve insan hakları tarihinin ikonuna dönüşmüş, yakın tarihe kadar kullanılan fakat şimdilerde boş, metruk kalan, tarihi Sinop Devlet Hapishanesi merkezinde düzenlenmesiydi. Sinop’un kimlik yapısıyla ilgili bu iki temel olgu sonucunda bienalin başlığı “Şey”di. Şey’in birinci anlamı, belki de ilk defa bir uluslararası sanat etkinliğini görme fırsatı bulacak yerli halktan birçok kişi için Sinopale’nin, kendilerinin anlamlandıracağı, tanımlayacağı bir şey olacağıydı. İkincisi de Osmanlı Döneminden tarihi hapishane, Selçuklu Devrinin Pervane Medresesi ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında inşa edilen Etnografya Müzesi gibi üç farklı dönemi işaret eden mekânlarda düzenlenen bienalin, kentin geçmişiyle ilişki kuran ve elliden fazla sanatçının bu bienal için ürettiği işlerden oluşmasıydı; her bir üretimin Sinop’un bellek haritasında örtülü kalmış, fark edilmeyen şeyleri ortaya çıkarma çabasına ilişkin bir öneri sunmasıydı.
Kuşkusuz Sinopale’de en şiddetli alan hapishaneydi. Bu mekân için proje tasarlayan sanatçıların, duvarlarında mahkumların kazıdığı sloganların, şiirlerin, piktogramların yer aldığı hücrelerde, koğuşlarda ve avlularda gerçekleştirdikleri video art, yerleştirme ve performans çalışmalarının üretim süreçleriyle birlikte, tüm hazırlık döneminde dil bilmeden, çoğunlukla beden diliyle anlaşarak yabancı sanatçılara yardım eden yerli halkın hapishaneyle kurdukları ilişki, üretimler kadar paylaşım ve etkileşim sürecini de bienalin içeriğine eklemledi. Hapishane ve diğer mekânlar dışında kentin sokaklarında da projeler yer aldı. Bunlardan bir tanesi benim, sekiz grafik tasarımcıyla gerçekleştirdiğim bir afiş sergisi ve kentin (rahatlama bölgeleri olarak tanımlayabileceğim) restoran, kafe-bar ve kumsal gibi turistik alanlarını kapsayan bir eylem planıydı.
Sergi ve eylemin başlığı Yerel Santral Küresel Mezarlık’tı. Ocak 2006’da Sinop’ta sonuçları geniş ölçekli bir çevre felaketine dönüşebilecek bir nükleer santralin kurulması haberi basında yer almıştı. Her ufak, yerel bölgenin kaderinin merkezden tayin edilme durumu Sinop’ta da karşımıza çıkmıştı. Amacımız sergi ve eylem planıyla nükleer santrale karşı olan ve bu konuda örgütlenmiş halkı desteklemek, bienalin bir parçası olarak, onların yanında yer aldığımızı hissettirmek, tüm bu oldu bittiye getirilen gelişmeler karşısında kayıtsız kalanları işler üzerinden uyarmaktı. Hapishanenin ikinci avlusunun on ikinci koğuşunda sergimiz yer aldı. İlgi tatmin ediciydi. Sergide İran’dan Ferhad Fouzoni, Amir Ali Ghasemi, Almanya’dan Jürgen Hefele, Kathrin Eberhard, Türkiye’den Buket Uygur, Umut Südüak, Ulaş Eryavuz ve Selen Başer Nejat’ın işleri yer aldı. Bu üç ülkeden grafik tasarımcı belirlememin bir nedeni vardı. Tam o sürede İran, uranyum zenginleştirme projesi ve nükleer tesislerini arttırma konusunda ABD ve AB ile politik krize girmişti ve İran’dan ilgili yetkililer, bu gelişmeyi tamamen teknolojik ilerleme için kullanacaklarına dair açıklama yapmışlardı. Bu yüzden önceden tanışmış olduğum, işlerini takip ettiğim, tam da bu konuyla ilgili sık sık yazıştığım İranlı genç grafik tasarımcılara ne düşündüklerini sordum ve bu tema kapsamında afiş tasarlamalarını istedim.
Sinop’ta düşünülen nükleer santral projesi mühendislik firmalarının ağırlıklı Alman firmaları olduğu haberi basında yer almıştı. Tanıdığım iki Alman tasarımcıya, az gelişmiş bir ülkede oldu bittiye getirilen bu proje hakkında ne düşünüyorsunuz? sorusunu sordum. İstanbul’da yaşayan, Türk tasarımcı arkadaşlarımdan da konuyla ilgili tasarlayacakları afişlerle birlikte eylem planı için proje önerisinde bulunmalarını istedim. Eylem planı ise az önce belirttiğim gibi turistik alanları ve çarşı bölgesini kapsıyordu. Bunlardan bir tanesi, kısa ve öz bilgilerle dünyadaki nükleer santraller ve nükleer silahlanmanın tarihçesini aktaran el broşürleriydi. Broşürleri kent içindeki dükkân sahiplerine, gelen müşterilerine vermeleri için yüksek miktarda dağıttık. Amacımız, yetkililerin belirttiği gibi Sinop’ta kurulması düşünülen nükleer santral projesinin sadece “alternatif enerji üretimi” amacını taşımadığını, dünyada Sinop gibi pek çok ufak yerleşim alanına çeşitli gerekçelerle eşzamanlı bir süreçte nükleer santraller inşa edildiğini, Sinop’un ise bu bütünün bizim görebildiğimiz bir parçası olduğuydu. İran ve Rusya ile nükleer enerji üretimi konusunda krize girmiş ABD ve AB’nin bölge coğrafyasındaki nükleer gelişmeler alanında hâkim olmak ve kontrol noktası oluşturmak adına, risk ve çevre kirliliği faktörlerini hiçe sayarak böyle bir projenin arkasında yer almasını, Sinop’un soğuk savaş döneminde bir Amerikan üssü olarak kullanıldığını ve bu süreç içinde Sinop’un tüm civar kentlerden tecrit edilerek konumlandırıldığını hatırlatarak aktardık. Bütün bunların özetinde, nükleer enerji santrali ile ilgili halk tarafından kabul edilmiş mevcut bilgiyi yeniden ele aldık; gerek bu konu hakkında çıkmış yazılar, gerek çevreci kuruluşların elindeki çarpıcı veriler üzerinden, halka aktarılmayanları broşüre yansıttık. İkinci olarak restoranlarda servis edilen yemeklerin üzerlerine kürdan bayraklar dikerek müdahale ettik. Bayraklarda “Şimdilik Nükleersiz” ve “Sinop’ta Nükleer Santral İstemiyorum!” sloganları yer alıyordu. Amacımız, sahildeki restoranlarda eğlenerek yemek yiyen yerli halkı veya turistleri irite etmek; süreçten haberdar etmekti. Aynı şekilde barlarda birayla sunulan, “Sinop’ta Nükleer Santral İstemiyorum!” sloganlı bardak altlıkları tasarladık. Hepsinin toplamda söylemek istediği mesaj, rahatlamanın zamanı değil, eylemin zamanıydı. Bütün bu eylemleri, yerel esnaf ve restoran sahiplerinin ilgisi ve desteğiyle, birlikte gerçekleştirdik. Bu anlamda, eylemin başarılı sonuçlandığını söyleyebilirim.
Soğuk Savaş döneminde ABD’nin üssü olarak kullanılmış ve bu geçmişin izlerini hala taşıyan, tarihi hapishanesiyle merkezin tüm yaptırım gücünün görüldüğü Sinop’ta düzenlenen Sinopale’nin, sosyolojik ve psikolojik açıdan travma geçirmiş yerel halkın rehabilitasyonuna katkı sağladığını söyleyebilirim. Bu bakımdan, gerek uluslararası alandan sanatçıların, gerek yerli halkın etkinliğe katılımıyla ilgili tanımlayabileceğim en önemli şey, Sinopale’nin kolektif bir ruhun gücüyle gerçekleştiğidir. Ve her şeyden sonra, tüm gelişmekte olan ülke insanlarının “hayatı daha insanca yaşama” ümidiyle, sanatın ve tasarımın belki de en temel meselesi olan “hayatın kendisini insanlaştırma” olgularının, birer iletişim mecrası olan üretimler merkezinde buluşması, kesişmesidir.