Uzun yıllardır arşivler, hem akademik tartışmaların konusu hem de pek çok sanatçının yaratıcı ve araştırmacı süreçleri için kullandıkları bir alan olarak daima gündemde kalmıştır. Oysa bu durum, ölü bir yer olarak betimlenen geleneksel arşiv imajıyla ya da gözlüklü, kâtip kolluğu takmış gri saçlı bir uzman şeklinde betimlenen arşivci klişesiyle tam bir tezat oluşturmaktadır.
Arşivlerin iki temel işlevini hatırlayalım: Arşivlerin uygulamadaki ilk işlevi vergi dosyalarımızın arşivlenmesi örneğinde olduğu gibi bir kurumu, topluluğu veya ülkeyi işler halde tutmaktır. Daha az aciliyet gerektiren ikinci işlevi ise bellek arşivine ait olandır. Söz konusu bu yerler artık ihtiyacımız olmayan belgelerimizi duyarlı bir şekilde ‘boşaltabileceğimiz’ ve o anlık da olsa ‘duyarlı bir şekilde’ unutmak isteyebileceğimiz, ama yakın veya uzak bir gelecekte olası, ancak henüz bilinmeyen, anlamlı bir rol üstlenmeleri için saklayacağımız yerlerdir. Biri hatırlama, diğeri de unutma olan bu iki kutup arasında kendimizi insanlar ve toplumlar/topluluklar olarak konumlandırırız. Ayrıca bu kutuplar tarihimizi, bizi biz yapanın yanı sıra geleceğimizi şekillendirmek ve dışa vurmak için sahip olduğumuz olasılıkları da bünyelerinde taşırlar.
Avrupa Katılım Akademisi Projesi’nde (European Academy of Participation Project -EAP) bir grup Avrupalı ortak çeşitli topluluklarda yürütülecek sanatsal müdahalelerin sunduğu olasılıkları tartışmış ve deneye tabi tutmuştur. Söz konusu bu eylemlere güç sağlayan husus ise genellikle birliktelik ve aidiyet mücadelesidir. Bir toplumu veya topluluğu neyin ve nasıl bir arada tuttuğu sorusu da, genellikle o toplulukların bir şehre, ulusa ya da ‘kültüre’ nasıl ait olduğu meselesiyle ilintilidir. Dışlandıklarını hisseden gruplar, genellikle sahip oldukları miras, bellek ve dolayısıyla kimliklerinin çevrelerindeki ana akım kültürde temsil edildiğini görmezler. Hollandalı bilim insanı Gloria Wekker kim olduğumuza dair derinlere kök salmış kavramları, bir grup oluşturan bu hatıraları ‘kültürel arşivimiz’ olarak adlandırıyor. Yaptığı bu tanımla Wekker eski evrak yığınlarıyla tıka basa dolu bir bodrumu tarif etmiyor. Wekker daha çok kendimizin bir parçası olan yetiştirilme tarzımız sayesinde ailelerimizden ve içinde yaşadığımız topluluklardan miras kalan duygu, görüntü ve koşullardan oluşan bir koleksiyonu kast ediyor. Bu kültürel arşiv birer insan olarak hepimizin bir parçasıdır. Bana ait olan kültürel arşiv büyük olasılıkla sizinkinden farklıdır. Bu farklılıkların arasında ama bir arada yaşamanın bir yolunu ‘müzakere etmemiz’ gereklidir. Sanatçılar bu müzakerede önemli roller üstlenebilirler. EAP da, bu ‘müzakerelere’ katılmanın sanatçılar ve topluluklar için ne anlama geldiğini araştırdı. Düzenlenen konferanslar ve yaz okullarına katılan delegeler katılımcı sanat projelerini incelediler, kendileri de küçük ölçekli projeler oluşturdular ve topluluklarla birlikte çalışma olanaklarını ve yaşanan zorlukları tartıştılar. Yapılan araştırma zarfında tekrar gündeme gelen temel soruların bazıları etik ikilemler etrafında dönmekteydi: Yapacağım müdahalenin etkisini bir sanatçı olarak kendi varlığımdan daha uzun bir süre boyunca yaşayacak olan toplulukla ilgili olarak kendi eylemlerimin sorumluluğunu nasıl üstlenebilirim? Neredeyse hiç tanımadığım bir kolektifte ortak yazar olarak bulunsam projenin kalitesinin sorumluluğunu nasıl üstlenebilirim? Benim üstlendiğim sanatçı rolü ile bir sosyal görevlinin ya da bir antropoloğun rolünü nasıl birbirinden ayırt ederim? Zamanla ben de topluluğun bir parçası olursam özerkliğimi nasıl koruyabilirim? Sorumlulukla ilgili bu sorular SİNOPALE örneğinde istisnai bir şekilde ele alınıyor. Sinop halkıyla uzun yıllar boyunca ilişkiler yürütüldüğünden, SİNOPALE ‘vur kaç’ türde bir proje ya da bir ‘sanatı aklama’ çabasının tam tersidir. Sinopale hem kent halkına hem de sanatçılara zaman ayırarak ve hayatın her alanına birlikte katılarak ve çokça konuşarak sorumluluk alıyor. Bu arada, 8ncisi düzenlenen SİNOPALE’nin bugünkü haline gelmesinde toplumu bir anlamda şekillendirdiği de rahatlıkla söylenebilir. SİNOPALE mekânın kimliğinin bir parçası haline gelmiştir. Bu nedenle geriye dönüp katılımcı projelerin (çevrimiçi) bir arşivini oluşturmak mantıklı ve uygun görünüyor. Bu arşiv yukarıda çizdiğim çemberi kapattığından hem bir bellek arşivi hem de işlevsel bir arşiv olacak: salt ‘unutmamayı’ değil, ayrıca üretken olmayı da amaçlıyor ve başlı başına yaratıcı bir süreç, diyaloglar, sohbetler için, faydalı olabilecek fikirler üretmek için günümüzde bir ilham, bir meydan okuma, bir kışkırtma olarak ya da evet, bir bardak çay eşliğinde birbirimize aktarabileceğimiz, paylaşıldığını ve bizi birbirine bağladığını hissedebileceğimiz sıcacık anılar olarak malzemeler sunuyor.
Kolektif bellekten bahsederken Proust’un ünlü eseri Kayıp Zamanın İzinde’de yer alan ıhlamur çiçeği çayı sıklıkla aklımıza gelir. Çayın ve çayın yanında gelen madlen kekin kokusu kitaptaki kahramanda güçlü hatıralar uyandırmıştır. Ve hepimiz o duyguyu iyi biliyoruz: bize çocukluğumuzu hatırlatan tat ve kokudur o. Bu projede çevrimiçi ortamda hep birlikte birer fincan çay içeceğiz. Çayın kokusunu ve tadını birbirimizle paylaşma şansımız olmayacak. Ama Sinopale’nin geçmiş etkinliklerinde birlikte deneyimlediğimiz projelerde hatırladıklarımızı birbirimize aktarabileceğiz. Ve bu paylaşımlarımızdan yepyeni şeyler, yeni duygular ve yeni fikirler ortaya çıkabilir. Çay eşliğinde canlı bir arşiv.